22.2.15

İstanbul Hatıralar ve Şehir | Orhan Pamuk

"Bu kitap bu kader hakkında..."

"Manzaranın güzelliği hüznünde yatar."
Ahmet Rasim

“Hüznü bir zevk edinenler yaşıyorlar burada.” 
 Yahya Kemal 

Pamuk’un İstanbul’u ve hatıralarını, esasında daha isabetli bir yaklaşımla; hatıralarıyla İstanbul’u İstanbulla hatıralarını anlattığı eseri, hemen her sayfasında okuyucuya bir gölge gibi eşlik edecek olan hüzne atıflarla başlıyor.  Ona göre son yüzyılda İstanbul’un ve içinde yaşayanların birbirlerine karşılıklı bulaştırdıkları en kuvvetli ve kalıcı duygu hüzün. Hüznü bireyin melankolisinden ayıran şey ise tüm bir şehrin müştereken hissettiği ve aslında artık şehre mi daha ait o şehrin insanlarına mı daha ait ayrımının yitirildiği bir kara duygu olması. Yazarın zihninde şehrin siyah beyaz ruhuna yön veren bu yoğun kara duygu kentin her bir kaldırımına ve varlıklısından yoksuluna, yeni doğanından ölüm diğerleri tarafından -bencil bir yaklaşımla- kendisine yakıştırılacak yaşta olanına kadar, her insanına sanki bir doğum izi gibi işlenmiş. Öyle ki sanki hüzün olmasa İstanbul’da İstanbul olmayacak. O yıllanmışlık hissi, çaresizlik ve çaresizliği kabullenmenin rehaveti olmasa, İstanbul, yazarın anılarında böyle güzel ve gerçekçi durmayacak. Hüzne yapılan övgülerin okur tarafından sorgusuz sualsiz benimsenmesi biraz da bundan sanırım.

Kronolojik bir dille hayatını ve şehrin dönüşümünü anlatmayı seçen yazar, çocukluktan itibaren ilk hatıralarıyla başlıyor ve her bir anıda biraz da kendini buluyor insan. Babaanne-anneanne evleri, aile hayatı, ömrümüzce sürecek kalabalığa okulla karışmanın şaşkınlığı, henüz somutlaştırmanın dayatılmadığı çocuk zihniyle “Allah” kavramını anlamlandırmaya çalışma çabaları... Her bir evrede kendi geçmişinizden parçaları anımsıyor yer yer kıyasa gidiyor kimi zaman da zihninizde benzer bir iz yakalamak için kendinizi zorlarken buluyorsunuz.

Kitap pek çok yazardan içerdiği alıntılarla salt edebiyat severler için değil yazarın resimle ilgili geçmişi sayesinde resme meraklı okurlar için de değerli bir kaynak olarak çıkıyor karşımıza. Ama beni esere dair heyecana sevk eden asıl sebep, yazmanın başlı başına bir kendini açmak hali olduğunu düşünürsek, hatıralarını yazmanın kendini savunmasız bırakmaktan çekinmeyecek kadar ciddi bir cesaret işi olması ve kendi dünyasını böylesi bir cesaretle okuru ile paylaşan yazarın, büyük bir hayranlıkla okuduğum romanlarında yer verdiği kesitlerle hatıralarının bu denli örtüşmesi oldu. Bu kitabı okuduktan sonra Kara Kitap’ta Rüya ile Galip’in çocukken çıktıkları sandal gezintilerini, Cevdet Bey ve Oğulları’nda zamanla parçalanan aile servetini, köşk hayatından apartman dairelerine çevrilen aile birliklerini, Masumiyet Müzesi’nde değinilen cemiyet hayatını ve tüm bunların nasıl böylesi bir yalınlıkla ama bir o kadar da belirgin bir şekilde okuyucu ile paylaşıldığını daha iyi anlıyorsunuz. Füsun’dan bahsederken “güzelim” diyen Kemal, bu kitapta ilk aşkından bahseden ve her eseri ile gerçekten başka bir yazar olduğunu bir kez daha hissettiren Pamuk’un kendisi olarak çıkıyor karşımıza ve yine okurlarında merakla karışık puslu bir hayranlık uyandırmayı çabasız başarıyor.

3.8.14

Sahilde Mahir Ünsal Eriş


Erdek’teyim. Denizle arasına çay bahçelerini alan sokak sırasında, denizi-kumu kazanç kapısına çeviren, çoğu yerli kalanı ise tatilcilere kıyasla yerli sayılabilecek kadar yakın yerli insanların işlettiği dükkanların arasında yer alan kitapçıya girip bir Mahir Ünsal Eriş kitabı satın alıyorum. Ee Erdek’teyim nihayetinde. Okuyanlar bilir, yazarın kitapları Bandırma’nın, Çanakkale’nin, Erdek’in kokusunu ihtiva eder ve Ankara, İstanbul kıyaslarına yer verir bolca. İstanbul’da yaşayan bir Ankaralı olarak muhtemelen sonunda Ankara insanın, İstanbul şehrinin kazanacağı bu kıyaslara, heyecanla kulak kabartmak sanki doğduğum şehre bir gidip gelmişim, çocukluğumu bilen dostlarımla yüzde yüz temkinde buluşup “Sen hiç gelmiyorsun artık ama”lı sitemlerini giden insanın gülümsemesiyle karşılamışım hissi verir. Gitmek her zaman ve en kötü ihtimalle bir parça güzeldir çünkü.

Sahilde bir heves alıyorum elime kitabı, kelimelerine aşina olduğum bir yazarın henüz okunmamış kitabına başlamanın beklentisi ve güveniyle. Yanıltmıyor beni yazar daha ilk öykülerde olmazsa olmaz benzetmeleriyle ve neresinden baksan kendine has o güzel diliyle bir biri ardına akıyor sayfalar. Benim öyküm olsa  başka bir ad koymayı yeğleyeceğim “biten bir aşkın ardından” adlı öyküye geldiğinde ise sıra, tebessümlerim küçük ama kontrolsüz kahkahalara dönüşüyor.  Öykü boyunca yazarın iç sesi eşlik ediyor okura. Sevgilisinin güzelliğiyle kendini yarıştıran, sorulan soruya yarı-küçümser bir tavırla hafifçe gülümseyerek cevap veren garsona duyanın sevecenlikle karşılayacağı masum bir öfkeyle söylenen, aidiyetini sorgulayan, değişime hayretle başlayıp yaşlanmanın geriden gelen nesille kendi farkettirdiği çıkarımına varan, kapısında sabahladığı gençlik aşkının şimdi evli olduğu tahmininden hareketle kar zarar hesabına girişen ve bir banka bahtsızlığının simgesi olma önemini atfeden, baştan sona içtenlikle okura kendini açan bir iç ses bu.

Hepi topu on bir sayfa bir öykü ama öyle gerçek ki tüm o kelimeler, ikinci kez bu defa yüksek sesle ve eşzamanlı kahkahalar eşliğinde çocukluğumdan beri tanıdığım dostuma öyküyü yeniden okumak ve Engin Çay Bahçesi’nde,  Zeytin Adası’nı görüş açıma alıp dut şurubu içmek düşüyor benim de okur olarak payıma.



11.1.14

Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra | Barış Bıçakçı

Öyle satırlarca süren, afili sözcüklerle bezeli cümleleri yok Barış Bıçakçı’nın. Anlatmak istedikleri için abartılı benzetmelerin yoluna sapmıyor. Belki de anlatımının en vurucu özelliğini bu sayede kazanıyor. Okuru en çok duyguların bu kadar doğrudan karşısına dikilmesi şaşırtıyor. Gösterişten uzak; ama bir o kadar net ve gerçek diziliyor hisler karşınıza. Siz de her bir sayfayla kendinizden bir parça daha veriyorsunuz kitaba. Satırlar sizi içine çekiyor.

150 sayfaya varmayan bir roman; ama siz o sayfaların içinde Başakla birlikte dünyadan vazgeçiyorsunuz, avucunuzun içinde bir gök erik var sanki. Abidin’in şehirden uzakta diri tutmaya çalıştığı huzuruna ortak oluyorsunuz. Çünkü hepimiz kısmen ya da tamamen “çocukken saplanan bir ağrı yüzünden iki büklüm olan, kıvranan insanlar"ız. Ve yine hepimiz biliyoruz ki: “ Hayat devam eder. Bazı çiçekler susuzluğa ve unutulmaya dayanır. Hayat her zaman devam eder.” İşte bu yüzden Barış Bıçakçı’nın cümleleri insana dair ne varsa hepsinin buluşma yeri.

Irmağın üzerinde geniş kanatlarıyla süzülen balıkçılların korkusuyla ırmakta yüzen balıkların bir an için pul pul olduğunu hayal edebilecek kadar, her şeyi insana özgülemek bencilliğinden uzak bir zihin var karşımızda ve bize “ İnsanlık tarihinin en başında yazılması, yazı yok muydu çizilmesi, bağırılması gereken” cümlelerin varlığını hatırlatıyor. Okuruna bu cümleleri anlamak ve anlatmak cesareti veriyor. Deneriz diye düşünüyorsunuz siz de deneriz ve en kötü ihtimalle “bir süre yere paralel gittikten sonra onlara anlayamayacakları şeyler anlattım.” deriz ya da “bir iki cılız denemeden sonra vazgeçtiğimizi itiraf edemeden vazgeçeriz.”

O her ne kadar romanında karakterinin “gerçeğin kuru sesiyle” konuştuğundan bahsetse de, Barış Bıçakçı’nın satırlarındaki gerçeklik kuruluktan çok uzak. Uzak olmaktan çok, yakın. İnsana tam olarak tanımlayamadığı bir güven hissi aşılıyor.

“Çünkü artık burada, bu dünyada her şey parçalar halinde ve her bir parça diğerinin yerine geçebiliyor. Yadırgamıyoruz. Çıldırmamız gerek ama yadırgamıyoruz.” diyor yazar. Oysa yadırgamayan kalabalığın içinde olduğunuzu bilmenize rağmen tedirgin etmiyor bu tespit sizi. Ilıktan biraz soğuk bir avuç suyla yüzünüzü yıkamışsınız gibi bir ferahlık veriyor içinize. Bir sabah uyansak ve Barış Bıçakçı’nın kitaplarından bir kaç sayfa yaşasak diye düşünüyorsunuz siz de. O kadar sade, o kadar dürüst olsa hayat bir günlüğüne.


6.3.13

Kürk Mantolu Madonna | Sabahattin Ali


1948 senesinde Bulgaristan'a kaçarken bir kaçakçı tarafından ya da sorgulamada işkenceyle, henüz 41 yaşındayken, öldürülen Sabahattin Ali'nin Türk Edibiyatı'na attığı en parlak imza Kürk Mantolu Madonna. Kitabı okudukça göreceksiniz ki Sevgili Maria Puder'e aşık olmamak, Sabahattin Ali'nin her satırın altına gizlediği incelikli zekasına hayran kalmamak elde değil. Böyle kıymetli bir yazarın genç yaşta, belki de en verimli üretim çağında, hadsizce yaşamdan koparılması hayatın yoz gerçeklerine canlı/ölü bir örnek. Onun deyişiyle; "Bizim matığımızla hayatın mantığı asla birbirine uymuyordu. Bir kadın, trenin penceresinden dışarı bakabilir, bu sırada gözüne bir kömür parçası kaçar, o ehemmiyet vermeden bunu ovuşturur ve bu minimini hadise dünyanın en güzel gözlerinden birini kör edebilirdi. Yahut bir kiremit, hafif bir rüzgârla yerinden oynayarak, devrin gıpta ettiği bir kafayı parçalayabilirdi. Göz mü mühim kömür parçası mı, kiremit mi mühim kafa mı, diye düşünmek nasıl aklımıza gelmiyorsa ve bütün bunları nasıl hiç mütalaa yürütmeden kabule mecbursak, hayatın daha başka türlü birçok cilvelerine de aynı tevekkülle katlanmaya mecburduk." Karanlıkta koşarken bir yazar beklenmedik anda sırtına isabet eden bir kurşun sonucu insanlıktan çalınabilir ya da ard arda sorulan/kusulan küfür dolu sorulara eşlik eden tokatlarla kendinden geçebilirdi. Kurşun muydu onu öldüren, maruz bırakıldığı şiddet mi yoksa ruhunu yakan acı sualler mi?

Sayfalar ilerledikçe kitap da hızla sarıyor sizi. Daha önce adını koyamadığınız hislerinize, ustaca kimlik kartı çıkartıyor yazar. Bunun bir örneği henüz ilk sayfalarda çıkıyor karşımıza. Hissettiği gururu tanımlıyor karakter; "Bir insana başkalarından daha yakın olmanın gururu". Dünyamızın içine işleyen sarhoşluğa da açıklık getiriyor Sabahattin Ali. "İnsanları, kendi cinslerinden biri üzerinde kudret ve salahiyetlerini denemek kadar tatlı sarhoş eden ne vardır?" Sürekli güçlü olma arzumuzun, yarı farkında ama her zaman birilerine ve kendimize, kendimizi kanıtlama güdümüzün yerine, kusurlarımızla insan olma arzusunu ve sürekli üretme güdüsünü koyabilsek; hayatımız başka dünya ise bambaşka olurdu. Elbette yazmak, bir anlığına düşünmek kadar kolay değil bunu gerçekleştirmek. Yine de başlangıçlara inanmak lazım.

İlerleyen sayfalarda karakter gençlik heycanın kaynağını şu cümleyle anlatıyor; "Hayatta hiç bir zaman kafamızdaki kadar harikulade şeyler olmayacağını henüz idrak etmemiştim." Bunun doğrulayamayacak kadar gencim. Ama şunu söyleyebilirim; bazen önceden zihnimizde kurguladığımız ve bize oldukça estetik görünen bir an, genelde son derece eğreti bir görünümle gerçeğe dönüşüyor. Hayal hep bir adım önde kalıyor.

Kitapta en sevdiğim satırlardan biri ise şöyle; "Dünyada hiçbir şey bana tabiattan melül bir insanın zorla gülmeye çalışması kadar acı gelmemiştir." Sadece tabiattan melül insanın değil tüm insanların zorla gülmesi kadar hazin bir kare var mı hayatta? 

Yaklaştırmayan anların muhakkak uzaklaştırdığı sırrını okurla paylaşma cömertliğini gösteren Sabahattin Ali, insan ruhunun gerçekte aşkla ortaya çıktığından, ancak o zaman yaşamaya başladığımızdan ve bunun müthiş ferahlığından bahsediyor. Romanda bu müthiş ferahlığı tatma şansını yakalayan, saadetini ciddiye alan Raif'in koşulsuz aşkı karşısında, Maria'nın direncini bizzat onun ağızından okumak da mümkün; "İnsan, bilhassa kadın ve erkek münasebetleri o kadar karmakarışık ve arzularımız, hislerimiz o kadar anlaşılmaz ve bulanık ki, hiç kimse ne yaptığını bilmiyor ve akıntıya kapılıp gidiyor. Ben bunu istemiyorum. Beni yüzde yüz doyurmayan, bana tam manasıyla lüzumlu görünmeyen şeyleri yapmak, beni kendi gözümde küçültüyor..." Açgözlülük değil bu sahip olduğun yaşamın hakkını vermek. Tam bir öz saygı örneği.

Sosyal medyada söylendiğine bakılırsa; Kürk Mantolu Madonna, en azından yakın tarihte, ekranda ya da beyaz perdede karşımıza çıkmayacak. Benim için gri, kısa, kıvırcık saçlı Maria Puder sıcak gülümsemesi ve mesafeli gözleriyle şarkı söylemeye, resminin sergilendiği salonda yürümeye devam edecek. 




20.2.13

Dublörün Dilemması | Murat Menteş




"Canımın içi, böyle şeyler yalnızca romanlarda olur." Sahici bir selam yollamakla işe koyuluyor Murat Menteş. Ardından bedensel bir kederle küstahlıktan men edilişine direnen, ehemmiyetsiz bir muammaya zararsız acayiplik takviye etmekten çekinmeyen Nuh Tufan fısıldıyor; "Zira 'ilk an' ne kadar kalıcıysa, masumiyet de o kadar kalıcıdır." Yazar benden iyimser çıkıyor. Bana göre masumiyetin ömrü mahremiyetten uzun değildir. Mahremiyetin ömrü ise bakışın değme anına kadardır. Yani ilk anının öncesinde ancak, masumiyet umudu saklıdır.

"Sıkı durun, sıkı okurlar bu sıkı bir kitap!" demek yerine, çağımızın tespitini yapıyor yazar; "Hayatını israf etmiş kimselere özgü çiğ bir merak..." Bir felakete tanıklık etme umuduyla dolup taşan cinsten bir merak bu. Sanki dünya tersine dönse, tüm tanıdıkları bedbahtlıktan solsa, ancak o zaman tatmin olacak. Kendi mutsuzluğuna ortak aramak hali bir başka deyişle.

Çok vurucu alıntılar da var romanda; "Geçmişin bana neler hazırladığını bilmiyorum." Abdülhak Ebî Reydâ'nın bu sözüyle gerçekte, geleceğin yaşanmış anlar bütününden doğduğu anımsatılıyor okura. Daha üzerine konuşulacak pek çok satırla dolu roman. Onlardan biri şöyle; "Talhacığım, iki tür cadı vardır: Kötülük etmek için şeytanla işbirliği yapan çirkin kadın; kötülükte şeytandan da ileri güzel ve cazibeli kadın. Bunu sakın unutma." Kitapta yer bulan buna benzer bir kaç satır ve alıntıdan, yazarın kadınlara karşı teminkinli bir yanı olduğunu seziyorum. Bu konuda yazardan ayrılıyorum. Bu biraz suç atmak gibi geliyor bana. Elmayı yediği için elmayı verene kızmak sanki.

Yazarın cömertçe paylaştığı esin kaynağı, cümleler arasına saçılmış halde. Sinema, müzik, resim ve tabi edebiyattan pek çok eserle burun buruna gelmek an meselesi. Bu durum aklımda bir soru işareti doğuruyor: Ne zaman bir kitabı gerçekten okuruz? Adı geçen filmi izlesek, kitabı okusak ve bahsedildiği sayfayı okurken tam da adı geçen müziği dinlesek dahi, bu bir kitabı bütünüyle okuduğumuz anlamına gelir mi?

"Aşk insanın kendini aşmasıdır." diyen Oscar Wilde'ı, okuduğum şu cümlelerle anıyorum: "Aşk insanın şahsiyetini pekiştirir. Çünkü hayatın manası, aşk bohçasında gelen bir hediyedir. Mevcudiyetinin hakkını vermek, hiç değilse mazeretini bulmak isteyen insan yalnızca aşka müracaat edebilir." İleride bir sayfa ise, "...hiç bir aşkta umuda yer, sebebe lüzum yoktur." diye bitiyor. Yazar benden karamsar çıkıyor.


Bir solukta okuyorum. Sonunda ise karakterlerin aşklarına, intikamlarına dair sorular asılı kalıyor zihnimde. Muhtemelen başka bir kitapta olsa yetinebileceğim bir veda olmasına karşın öyle yüksek tutuyor ki çıtayı yazar, dahasını ister halde bırakıyor okuru. Her şey bir yana açık yüreklilikle şunu söyleyebilirim ki, bu kitap başka bir dünya vaadediyor. Vicdan azabı çekmeden sorumluluklarınızı bir kenara itme lüksü sunuyor. Sonuçta "Ciddi misin sen?" sorusunun cevabının "Ecel kadar." olduğu bir romandan bahsediyoruz. Kendinizi kelimelerin akışına kaptırıyorsunuz ve kitap bittiğinde bir süreliğine "Kalbi beyninden daha hızlı çalışan biri" oluyorsunuz.



7.2.13

Bir de Baktım Yoksun | Yekta Kopan




   Hakkında sayfalarca yazmak istediğim bir kitap Bir de Baktım Yoksun. Söyleyecek o kadar şey var ki. Sanırım yazarın eseri oluştururken beslendiği sanat haznesi ne kadar genişse o kadar yoğun oluyor eser. Ehh söz konusu yazar Yekta Kopan olunca, bu haznenin ne denli geniş olduğunu dillendirmek gereksiz. Sadece edebiyatan da değil diğer sanat disiplinlerinden de esintiler mevcut. Devekuşu Kabere'nin Beyoğlu Beyoğlu müzikaline de Edward Hopper'ın Nighthawks tablosuna da Schubert'in Bitmemiş Senfoni'sine de yer var kitapta. 
   Birbirinden farklı altı öyküden oluşan Bir de Baktım Yoksun'da tüm öykülerin ortak figürü baba-oğul ilişkisi. Duvarlarının kapısını oğuluna tam olarak arala(ya)mamış bir baba ve en temel ihtiyacı olan baba-oğul  iletişimden yoksun büyümüş, yetersizlik hissini içinin merkezine yerleştirmiş bir erkek hemen her öyküde karşımıza çıkıyor. Bu yetersizlik hissi, yazar da içinde taşıyor mu  bu hissi ?, sorusunu akla getirircesine belirgin çizilmiş her öyküde. 
   Ne tam olarak idol edinebildiği ne de tümüyle reddedebildiği babasına her yaşında kendini kanıtlama arzusu içindeki karakterler, toplumun erkeklere yüklediği misyonun ağırlığını da sorgulamaya yöneltiyor okuyucusunu. Ataerkil toplumun temel taşını oluşturan erkek=güç algısının ne derece sağlıklı olduğu ve en önemlisi çocukluğundan itibaren bu yükü sırtında taşıyan erkeklerin yaşadığı psikolojik baskı akla takılıyor. Bir bakıma toplumun hayvani yüzü belki de bu algı. Çok temele indirdiğimizde düşüncelerden, zihinden çok gücün egemenliğinde toplum hayatının şekillendiğini,  değer dengelerinin ona göre sıralandığını görebiliyoruz. Bu güç günümüzde genelde fiziki güçten ziyade maddi güç olarak kendini gösteriyor ve erkeklerin dolayısıyla eşlerinin, çocuklarının toplumsal statüsünü belirliyor. Ama yüzyıllardır süregelen bu algı nasıl kazınmışsa zihinlerimize, bu satırları yazan ben bile karşı cinsi bir güç simgesi olarak görmekten geri duramıyorum. Toplumun yıllardır yüklediği yükümlerin çoğunu farkında olarak veya olmayarak ben de bekliyorum. Bir kaç yüzyıl daha nesilden nesile geçecek bu algı maalesef erkeklerin temel sorumluluğunu oluşturmaya devam edecek anlaşılan. Kendilerini babalarına, eşlerine, arkadaşlarına kanıtlama çabasındaki erkeklerse kimi zaman da abartılı ve yersiz güç gösterilerinde bulunarak küçük düşmeye devam edecekler. Tıpkı kadınların muhtaç, bir adım geride hatta silik olmasını öngören zihniyetin güdümüne uymaya devam etmek zorunda bırakıldıkları gibi.
   Öykülerin içlerinde öyle güzel satırlar var ki üzerine saatlerce konuşulabilir. Bu satırlardan en güzeli ilk öyküde karşımıza çıkıyor; düştüğü yerden kalkan karakter üstünü başını silktikten sonra, "Mahcubiyet duygusuyla büyütülmüş bütün evlatlar gibi sağa sola baktım." diye sürdürüyor öyküsünü. Son öykü karakteri ise "Keşke şu mahcubiyet duygusunu bu kadar yüksek dozda zerk etmeseydin bu zayıf bedene baba!" diye sitem ediyor. Acaba yalnızca bizim toplumumuza mı özgü yoksa tüm dünya evlatları mı toplumun yargısına bu kadar açık, duyarlı yetiştiriliyor? Birlikte yaşamanının gereği elbet toplum yargılarına saygı duymak ama fazla saygı benliğimizi kemirmiyor mu? Biraz da toplum bizim yargılarımıza saygı duymaz mı? Yine ilk öyküden bir başka cümle benim gibi romantik yaklaşımlara çok da ısınamayanların sözcüsü sanki; "Cebindeki son parasıyla aldığı simidi, martılarla paylaşan şair romantizminin dışında bir yerde akıyordu gerçek." Bu cümleyi, yazan keşke ben olsaydım, diyecek kadar çok sevdim sanırım. Bir başka öyküde garsona sinirlenen karakterin ikilemi ilgi çekici; "Üçümüze de hamsi getir! diyorum; sesimden kendim bile korkuyorum. Belki de sesimden sadece kendim korkuyorum." 
    Bence çok komik bir diyalog da var kitapta; ""Tam ağzına layık bir şarap bu oğlum," demişti Okan, "geçen ay Şirince'den aldım. Abicim, Fransa falan hikaye, adamlar şarap işini bitirmiş. Bir vişne şarabı yapıyorlar, kafayı yersin. Öğlenden başlıyordum içmeye, öyle bir oksijen var ki bana mısın demiyor. Önümüzdeki yaz mutlaka beraber gidelim, gerçi küçükhanımlar eğlence isterler ama siktir et, kocaları için biraz sıkılmaya razı olsunlar. Sabah akşam içeceğiz patron!" Okan bende kimlik bunalımı yaratıyor: Oğlu muyum, abisi mi, patronu mu?" Okan'ın geniş, fazlaca resmiyetsiz cümlelerinin ardından karakterimizin kimlik sürüncemesinin derdine düşmesi bence hem komik hem de akışı değiştiren etkileyici bir bakış.
   Daha fazla uzatmadan sözü, Yekta Kopan'ın  Can Yayınları'ndan çıkan, 2010 yılında  Yunus Nadi Öykü Ödülü ve Haldun Taner Öykü Ödülü'ne haklı olarak layık görülen bu kitabını okumanızı şiddetle tavsiye etmekle yazımı noktalıyorum.

31.12.12

Aylak Adam | Yusuf Atılgan

"Zor bir karakter, zor bir yaşam, yalın bir roman."

Hemen hemen herkesçe sevilen bir roman; Aylak Adam. Benim için de bambaşka bir soluk, farklı bir eşik. Okuduğu kitabı tekrar okumayı izlediği filmi tekrar seyretmeyi sevenlerden değilim; ama aylak adam buna istisna. Okudukça dilin sadeliğini, kelimelerin su gibi akışını her bir cümlede tek tek farkediyor insan. Garip bir huzur hissi veriyor roman.

Kitabı mevsimler bölüyor: kış, ilkyaz, yaz, güz. İlkyaz, Günlerin adı sürelerince yaşanılan olayların değerine göre değişebilir. Bugün şimdilik "paltosonu çıkardığı ilk gün"dü... diye başlıyor. Esasında daha ilk sayfalardan rengini belli ediyor yazar; Ceketini giyip ayakyoluna girdi. "Kötü yazarın yasak bölgesi. Neydi o kaldırıp attığım dünkü kitap! Adam sabah kalkıyor, yüzünü yıkıyor, parkta oturuyor, yemek yiyor, sevgilisiyle dolaşıyor, gecenin bir vakti evine gelip yatıyor. Hiç mi çişi gelmedi? İnanılacak şey değil..." Ayak yolundan çıkınca tıraş oldu. Henüz ilk satırlardayken ne ile karşı karşıya olduğunu az çok kestirebiliyor okur.

İstanbul'u daha bir başka seviyor insan Aylak Adamla. Aylak Adamla Sultanahmet'e gidiyorsunuz. Nişantaşı'ndan Maçka'ya iniyorsunuz. Fındıklı'da bir kunduracı vitrinin önünde dikiliyorsunuz. Karaköy'de inip, Beyoğlu'nu boylu boyunca adımlıyorsunuz... İstanbul'a, İstanbullulara birde onun ruhuyla bakıyorsunuz.

Ara ara sancılı çocukluk dönemlerine şahitlik ettiğiniz de oluyor, heyecanla yeni bir aşk peşinde koştuğunuz da. İlişkilere, sorumluluklara, hayatın olağan akışına daha önce bakmadığınız bir gözle bakma şansı veriyor Aylak Adam.


Sadeliğin bu kadar yakıştığı, az kelimeyle yoğun hislerin yaratıldığı, tek bir kelimenin fazla ya da eksik olmadığı böyle bir kitabı anlatırken lafı uzatmaya utanıyorum. Benim nedense sonbahardan kışa geçtiğimiz günlere yakıştırdığım bir roman; ama herhalde hiç bir gün böyle bir kitabı okumak için yanlış zaman olmaz.
© But First Let Me Read
Maira Gall