"Manzaranın güzelliği hüznünde yatar."
Ahmet Rasim
“Hüznü bir zevk edinenler
yaşıyorlar burada.”
Yahya Kemal
Pamuk’un İstanbul’u ve
hatıralarını, esasında daha isabetli bir yaklaşımla; hatıralarıyla İstanbul’u İstanbulla hatıralarını anlattığı eseri, hemen
her sayfasında okuyucuya bir gölge gibi eşlik edecek olan hüzne atıflarla
başlıyor. Ona göre son yüzyılda İstanbul’un ve içinde yaşayanların birbirlerine karşılıklı
bulaştırdıkları en kuvvetli ve kalıcı duygu hüzün. Hüznü bireyin
melankolisinden ayıran şey ise tüm bir şehrin müştereken hissettiği ve aslında artık
şehre mi daha ait o şehrin insanlarına mı daha ait ayrımının yitirildiği bir kara duygu olması. Yazarın zihninde
şehrin siyah beyaz ruhuna yön veren
bu yoğun kara duygu kentin her bir kaldırımına ve varlıklısından yoksuluna,
yeni doğanından ölüm diğerleri tarafından -bencil bir yaklaşımla- kendisine yakıştırılacak
yaşta olanına kadar, her insanına sanki bir doğum izi gibi işlenmiş. Öyle ki
sanki hüzün olmasa İstanbul’da İstanbul olmayacak. O yıllanmışlık hissi,
çaresizlik ve çaresizliği kabullenmenin rehaveti olmasa, İstanbul, yazarın
anılarında böyle güzel ve gerçekçi durmayacak. Hüzne yapılan övgülerin okur
tarafından sorgusuz sualsiz benimsenmesi biraz da bundan sanırım.
Kronolojik bir dille hayatını
ve şehrin dönüşümünü anlatmayı seçen yazar, çocukluktan itibaren ilk
hatıralarıyla başlıyor ve her bir anıda biraz da kendini buluyor insan.
Babaanne-anneanne evleri, aile hayatı, ömrümüzce sürecek kalabalığa okulla
karışmanın şaşkınlığı, henüz somutlaştırmanın dayatılmadığı çocuk zihniyle
“Allah” kavramını anlamlandırmaya çalışma çabaları... Her bir evrede kendi
geçmişinizden parçaları anımsıyor yer yer kıyasa gidiyor kimi zaman da
zihninizde benzer bir iz yakalamak için kendinizi zorlarken buluyorsunuz.
Kitap pek çok yazardan içerdiği
alıntılarla salt edebiyat severler için değil yazarın resimle ilgili geçmişi
sayesinde resme meraklı okurlar için de değerli bir kaynak olarak çıkıyor
karşımıza. Ama beni esere dair heyecana sevk eden asıl sebep, yazmanın başlı
başına bir kendini açmak hali olduğunu düşünürsek, hatıralarını yazmanın kendini savunmasız bırakmaktan çekinmeyecek kadar ciddi bir
cesaret işi olması ve kendi dünyasını böylesi bir cesaretle okuru ile paylaşan
yazarın, büyük bir hayranlıkla okuduğum romanlarında
yer verdiği kesitlerle hatıralarının bu denli örtüşmesi oldu. Bu kitabı
okuduktan sonra Kara Kitap’ta Rüya ile Galip’in çocukken çıktıkları sandal
gezintilerini, Cevdet Bey ve Oğulları’nda zamanla parçalanan aile servetini,
köşk hayatından apartman dairelerine çevrilen aile birliklerini, Masumiyet
Müzesi’nde değinilen cemiyet hayatını ve tüm bunların nasıl böylesi bir
yalınlıkla ama bir o kadar da belirgin bir şekilde okuyucu ile paylaşıldığını
daha iyi anlıyorsunuz. Füsun’dan bahsederken “güzelim” diyen Kemal, bu kitapta ilk
aşkından bahseden ve her eseri ile gerçekten başka bir yazar olduğunu bir kez
daha hissettiren Pamuk’un kendisi olarak çıkıyor karşımıza
ve yine okurlarında merakla karışık puslu bir hayranlık uyandırmayı çabasız
başarıyor.