20.2.13

Dublörün Dilemması | Murat Menteş




"Canımın içi, böyle şeyler yalnızca romanlarda olur." Sahici bir selam yollamakla işe koyuluyor Murat Menteş. Ardından bedensel bir kederle küstahlıktan men edilişine direnen, ehemmiyetsiz bir muammaya zararsız acayiplik takviye etmekten çekinmeyen Nuh Tufan fısıldıyor; "Zira 'ilk an' ne kadar kalıcıysa, masumiyet de o kadar kalıcıdır." Yazar benden iyimser çıkıyor. Bana göre masumiyetin ömrü mahremiyetten uzun değildir. Mahremiyetin ömrü ise bakışın değme anına kadardır. Yani ilk anının öncesinde ancak, masumiyet umudu saklıdır.

"Sıkı durun, sıkı okurlar bu sıkı bir kitap!" demek yerine, çağımızın tespitini yapıyor yazar; "Hayatını israf etmiş kimselere özgü çiğ bir merak..." Bir felakete tanıklık etme umuduyla dolup taşan cinsten bir merak bu. Sanki dünya tersine dönse, tüm tanıdıkları bedbahtlıktan solsa, ancak o zaman tatmin olacak. Kendi mutsuzluğuna ortak aramak hali bir başka deyişle.

Çok vurucu alıntılar da var romanda; "Geçmişin bana neler hazırladığını bilmiyorum." Abdülhak Ebî Reydâ'nın bu sözüyle gerçekte, geleceğin yaşanmış anlar bütününden doğduğu anımsatılıyor okura. Daha üzerine konuşulacak pek çok satırla dolu roman. Onlardan biri şöyle; "Talhacığım, iki tür cadı vardır: Kötülük etmek için şeytanla işbirliği yapan çirkin kadın; kötülükte şeytandan da ileri güzel ve cazibeli kadın. Bunu sakın unutma." Kitapta yer bulan buna benzer bir kaç satır ve alıntıdan, yazarın kadınlara karşı teminkinli bir yanı olduğunu seziyorum. Bu konuda yazardan ayrılıyorum. Bu biraz suç atmak gibi geliyor bana. Elmayı yediği için elmayı verene kızmak sanki.

Yazarın cömertçe paylaştığı esin kaynağı, cümleler arasına saçılmış halde. Sinema, müzik, resim ve tabi edebiyattan pek çok eserle burun buruna gelmek an meselesi. Bu durum aklımda bir soru işareti doğuruyor: Ne zaman bir kitabı gerçekten okuruz? Adı geçen filmi izlesek, kitabı okusak ve bahsedildiği sayfayı okurken tam da adı geçen müziği dinlesek dahi, bu bir kitabı bütünüyle okuduğumuz anlamına gelir mi?

"Aşk insanın kendini aşmasıdır." diyen Oscar Wilde'ı, okuduğum şu cümlelerle anıyorum: "Aşk insanın şahsiyetini pekiştirir. Çünkü hayatın manası, aşk bohçasında gelen bir hediyedir. Mevcudiyetinin hakkını vermek, hiç değilse mazeretini bulmak isteyen insan yalnızca aşka müracaat edebilir." İleride bir sayfa ise, "...hiç bir aşkta umuda yer, sebebe lüzum yoktur." diye bitiyor. Yazar benden karamsar çıkıyor.


Bir solukta okuyorum. Sonunda ise karakterlerin aşklarına, intikamlarına dair sorular asılı kalıyor zihnimde. Muhtemelen başka bir kitapta olsa yetinebileceğim bir veda olmasına karşın öyle yüksek tutuyor ki çıtayı yazar, dahasını ister halde bırakıyor okuru. Her şey bir yana açık yüreklilikle şunu söyleyebilirim ki, bu kitap başka bir dünya vaadediyor. Vicdan azabı çekmeden sorumluluklarınızı bir kenara itme lüksü sunuyor. Sonuçta "Ciddi misin sen?" sorusunun cevabının "Ecel kadar." olduğu bir romandan bahsediyoruz. Kendinizi kelimelerin akışına kaptırıyorsunuz ve kitap bittiğinde bir süreliğine "Kalbi beyninden daha hızlı çalışan biri" oluyorsunuz.



7.2.13

Bir de Baktım Yoksun | Yekta Kopan




   Hakkında sayfalarca yazmak istediğim bir kitap Bir de Baktım Yoksun. Söyleyecek o kadar şey var ki. Sanırım yazarın eseri oluştururken beslendiği sanat haznesi ne kadar genişse o kadar yoğun oluyor eser. Ehh söz konusu yazar Yekta Kopan olunca, bu haznenin ne denli geniş olduğunu dillendirmek gereksiz. Sadece edebiyatan da değil diğer sanat disiplinlerinden de esintiler mevcut. Devekuşu Kabere'nin Beyoğlu Beyoğlu müzikaline de Edward Hopper'ın Nighthawks tablosuna da Schubert'in Bitmemiş Senfoni'sine de yer var kitapta. 
   Birbirinden farklı altı öyküden oluşan Bir de Baktım Yoksun'da tüm öykülerin ortak figürü baba-oğul ilişkisi. Duvarlarının kapısını oğuluna tam olarak arala(ya)mamış bir baba ve en temel ihtiyacı olan baba-oğul  iletişimden yoksun büyümüş, yetersizlik hissini içinin merkezine yerleştirmiş bir erkek hemen her öyküde karşımıza çıkıyor. Bu yetersizlik hissi, yazar da içinde taşıyor mu  bu hissi ?, sorusunu akla getirircesine belirgin çizilmiş her öyküde. 
   Ne tam olarak idol edinebildiği ne de tümüyle reddedebildiği babasına her yaşında kendini kanıtlama arzusu içindeki karakterler, toplumun erkeklere yüklediği misyonun ağırlığını da sorgulamaya yöneltiyor okuyucusunu. Ataerkil toplumun temel taşını oluşturan erkek=güç algısının ne derece sağlıklı olduğu ve en önemlisi çocukluğundan itibaren bu yükü sırtında taşıyan erkeklerin yaşadığı psikolojik baskı akla takılıyor. Bir bakıma toplumun hayvani yüzü belki de bu algı. Çok temele indirdiğimizde düşüncelerden, zihinden çok gücün egemenliğinde toplum hayatının şekillendiğini,  değer dengelerinin ona göre sıralandığını görebiliyoruz. Bu güç günümüzde genelde fiziki güçten ziyade maddi güç olarak kendini gösteriyor ve erkeklerin dolayısıyla eşlerinin, çocuklarının toplumsal statüsünü belirliyor. Ama yüzyıllardır süregelen bu algı nasıl kazınmışsa zihinlerimize, bu satırları yazan ben bile karşı cinsi bir güç simgesi olarak görmekten geri duramıyorum. Toplumun yıllardır yüklediği yükümlerin çoğunu farkında olarak veya olmayarak ben de bekliyorum. Bir kaç yüzyıl daha nesilden nesile geçecek bu algı maalesef erkeklerin temel sorumluluğunu oluşturmaya devam edecek anlaşılan. Kendilerini babalarına, eşlerine, arkadaşlarına kanıtlama çabasındaki erkeklerse kimi zaman da abartılı ve yersiz güç gösterilerinde bulunarak küçük düşmeye devam edecekler. Tıpkı kadınların muhtaç, bir adım geride hatta silik olmasını öngören zihniyetin güdümüne uymaya devam etmek zorunda bırakıldıkları gibi.
   Öykülerin içlerinde öyle güzel satırlar var ki üzerine saatlerce konuşulabilir. Bu satırlardan en güzeli ilk öyküde karşımıza çıkıyor; düştüğü yerden kalkan karakter üstünü başını silktikten sonra, "Mahcubiyet duygusuyla büyütülmüş bütün evlatlar gibi sağa sola baktım." diye sürdürüyor öyküsünü. Son öykü karakteri ise "Keşke şu mahcubiyet duygusunu bu kadar yüksek dozda zerk etmeseydin bu zayıf bedene baba!" diye sitem ediyor. Acaba yalnızca bizim toplumumuza mı özgü yoksa tüm dünya evlatları mı toplumun yargısına bu kadar açık, duyarlı yetiştiriliyor? Birlikte yaşamanının gereği elbet toplum yargılarına saygı duymak ama fazla saygı benliğimizi kemirmiyor mu? Biraz da toplum bizim yargılarımıza saygı duymaz mı? Yine ilk öyküden bir başka cümle benim gibi romantik yaklaşımlara çok da ısınamayanların sözcüsü sanki; "Cebindeki son parasıyla aldığı simidi, martılarla paylaşan şair romantizminin dışında bir yerde akıyordu gerçek." Bu cümleyi, yazan keşke ben olsaydım, diyecek kadar çok sevdim sanırım. Bir başka öyküde garsona sinirlenen karakterin ikilemi ilgi çekici; "Üçümüze de hamsi getir! diyorum; sesimden kendim bile korkuyorum. Belki de sesimden sadece kendim korkuyorum." 
    Bence çok komik bir diyalog da var kitapta; ""Tam ağzına layık bir şarap bu oğlum," demişti Okan, "geçen ay Şirince'den aldım. Abicim, Fransa falan hikaye, adamlar şarap işini bitirmiş. Bir vişne şarabı yapıyorlar, kafayı yersin. Öğlenden başlıyordum içmeye, öyle bir oksijen var ki bana mısın demiyor. Önümüzdeki yaz mutlaka beraber gidelim, gerçi küçükhanımlar eğlence isterler ama siktir et, kocaları için biraz sıkılmaya razı olsunlar. Sabah akşam içeceğiz patron!" Okan bende kimlik bunalımı yaratıyor: Oğlu muyum, abisi mi, patronu mu?" Okan'ın geniş, fazlaca resmiyetsiz cümlelerinin ardından karakterimizin kimlik sürüncemesinin derdine düşmesi bence hem komik hem de akışı değiştiren etkileyici bir bakış.
   Daha fazla uzatmadan sözü, Yekta Kopan'ın  Can Yayınları'ndan çıkan, 2010 yılında  Yunus Nadi Öykü Ödülü ve Haldun Taner Öykü Ödülü'ne haklı olarak layık görülen bu kitabını okumanızı şiddetle tavsiye etmekle yazımı noktalıyorum.

© But First Let Me Read
Maira Gall